1 Mart 2017 Çarşamba

Bu Dünyadan Olmayan

Bugün gökyüzünde uyudum.  Mor bir bulut üzerinde hem de çırılçıplak. O vardı yanımda. Onunlayken hiçbir şeye ihtiyacım yok. Sarıldım. Üzerimize yıldız tozları yağarken usulca öptü. Dudağını dudağımda hissetmek delilikti. Gökyüzünde mantığa da ihtiyaç yoktu. Nasıl olsa o vardı. Biz şimdi öpüştük mü diye sordum. Daha önce yeryüzünde hiç öpülmemiştim ki nereden bilebilirim nasıl olduğunu. Evet, dedi gülümseyerek. Utandım, yüzümü kapattım. Yerden kalma saçmalıklar. Burada utanmak da yoktu. Bileklerimden kavrayıp yüzümü açtı. Avuç içimden öptü. Ne güzeldi dudakları. Öncesinde yürümüştük toprak üzerinde çıplak ayaklarla, acımadı ayaklarımız. Burada acıya da yer yoktu. Bir tek bize yer vardı. Biraz ilerledikten sonra oturduk. Sırtını söğüt ağacına yasladı ben uzandım, saçlarımı okşadı. Ne güzeldi parmakları. Gülümsedim. Yanıma uzandı. Ona gökyüzünü gösterdim ilk kez görmüşcesine yıldızları dolunayı...  Parmağımı yukarı kaldırıp bir yıldız gösterdim. Elleri gökyüzüne uzandı yıldızı getirdi, saçıma taktı.  Parıldadı saçlarım.  Çok güzel oldum. Beni güzelleştiriyor. Bir yıldız daha gösterdim onu da getirdi bu kez ellerimden tutup ayağa kaldırdı beni. Ellerimi tutması... Yıldızın üzerine geçtik. Kaygan zemin uyarısı yapılmamıştı. Özgürdü hareketlerimiz. Yıldızın üzerine geçince değişti kıyafetlerimiz. Ben üst kısmı dar alt kısmı biraz daha geniş siyah ince askılı bir elbise giydim o da siyah bir takım elbise. Müzik gelsin dedim geldi. Çok yakıştık birbirimize. Dünyadakiler görse bir yastıkta kocayın derdi ama biz kocamak istemedik. Üstelik neden kocayalım?  Müzikle beraber yükseldi yıldız. Ağaçların üzerine gelince durdu. Ellerini belime sarıp beni kendine çekti.  Böyle çekilmek görülmemiştir. Yerin çekimi bile hiç oldu o eylem karşısında. Newton bu anı görse o elmayı yerdi. Elimi tuttu kendi etrafımda döndüm. Rüzgar eteğimi uçuşturdu. Parıldayan saçlarım dalgalandı. Kahkahalarım gökyüzüne doldu. Şarkı bitti. Yıldız yükselmeye başladı. Yerin yüzü karanlığa karıştı. Yanımızda bir sürü yıldız varken biz geçip gittik. Başka türlü geçip gidemiyor, kalıyorduk. Oturdum yıldızın ucuna ayaklarımı boşlukta salladım. Yanıma oturdu. Başımı omzuna yasladım.Yeryüzü-gökyüzü içime doldu. Uykum geldi, küçük bir yatak yaptım buluttan. Uzaklaşmayalım diye küçük yaptım. Aramızda hiçbir sey yoktu. İç içeydik. Bugün gökyüzünde uyuduk. Mor bir bulut üzerinde hem de çırılçıplak.

23 Şubat 2017 Perşembe

Başlık yok.

Yalnız mıydı? Bilmiyordu. Yanında  yalnız hissettirmeyen ve belki de en çok yalnız bırakan varken nasıl bilebilirdi ki bunu? Üzerindeki uzun beyaz elbise yere değiyor toprağı okşuyordu, toprak dokunulmak istiyordu. Bir kozalak düştü yere, alıp devam etti. Düşmesine tanık olduğu kozalakları yanına alıyordu. Düşmenin acısını kendisinden başka hiç bir varlık bilsin istemiyordu! İlerliyordu nereye gittiğini bilmeden. En bildiğiyle gidiyordu bilinmeze. Neydi en bilinen?  Bir varlık ne kadar bilinebilirdi ki? Henüz kendini bilmeyenin en bileneni mümkün olabilir miydi? Olmalıydı!  İçinde düşme korkusu yanında düşmesini engelleyecek kuvvet vardı... Düştüğünde en çok yalnız hissettiren rolündeyse yanındaki... Nasıl kalkacaktı? Onun kozalağı incitmeden yerden aldığı gibi alabilir miydi biri onu yerden? Üstelik o kozalakları düşme anlarına tanık olduğu için alıyordu. O da yoksa yanında kim bilecekti ki düştüğünü? Kimse! Kendisi kalkacaktı ya da yerde kalan kozalaklar gibi toprağa karışmayı, ateş olmayı bekleyecekti... Beklemedi ellerini toprağa sürerek kalktı yerden. Dokunulmak istiyordu toprak elbisenin dokunuşu yetmemişti! Kendine bile yetemiyordu. Toprak can istiyordu. Nasıl olduğunu önemsemiyordu, kanayan küçük elleri önemsemediği gibi. İçine hapsediyordu kan damlalarını. Etrafını sarıyordu damlanın, oluşturduğu kabarcık önemli hissetirirken kuruyup dağıtıyordu kabarcıkları.Kendine karıştırıyordu. Onu da karıştırmalıydı kendine. Yapmadı! Yoktu kendinden başka karışacağı.  Kendine karışıyordu. Karıştıkca buluyordu kendini. Biliyordu belki de artık kendini. Kendini bildiğini düşünürken kaybetti yolunu. Yolunu kaybetmiş, gidecek bir yeri olmayan... Tehlike... Yalnız bırakılmak onun hatası değil ki neden kayboldu? Varsa doğru bir yol kaybolarak bulacak. Toprağa yaklaştı rengi olmadığını fark etti oysa kanı vardı toprakta kendinden bir sey bırakmıştı ona. Bırakmamalıydı kendinden olanı! Uzaklaştı, gökyüzünün sonsuz maviliğini gördü yeryüzünde. Yorulmuştu.  Oysa daha bulacağı bir yol vardı. Sahi var mıydı bir yol?  Yok diye haykırdı. İçinde zayıf bir ses var olduğunu söylüyordu o yolun. Varsa neden bulamıyordu...

Gerçek

Bomboş yürümek boşlukta. Ayakları yere basan birinin boşlukta yürümesi ne kadar mümkün? İçindeki boşluk dışarı taşıp bir alanı mı doldurmuştu?  Boşluk doldurabiliyorsa bir alanı neden onu doldurmuyordu?  Bırakılmayacak olduğu söyleniyordu. Peki neydi içindeki bu yoğun terk edilmişlik? O gitmediyse bu yanındaysa kim bırakmıştı onu? Bırakmak için tutmak gerekmez miydi? Tutabilmişler miydi? Tutunamadığını... Hayret ediyordu onu tuttuğunu hatta bırakmayacağını söyleyen varlıklara. Kendisi bile dayanamayıp bırakırken kendini onlar ne kadar kalabilirdi? Yerini bildiğini aradığında bulamayacağını bilmenin derin üzüntüsünü duyarken içinde hayal kırıklığı yaşamamak için alışmak istemediğini söyledi bu duruma. Hayalin kırıklığı, kurulamamasından daha az üzerdi. Kırık bir nesne, baksana kırılınca ne kadar kötü oldu diye gösterilmişti. Kırılırken bile güzel kalma isteği nasıl bir yücelikti. Kırıklık güzel değildi belki fakat daha kötüydü hayalini bile kuramamak. Düşlerinde bile isteyememek. Uzun süreli mutlulukları olsun diye miydi kısa süreli mutsuzluklar? Onun mutsuzluğu da kısa süreli mi olacaktı?  Bilmiyordu önemsemiyordu. Kendisi dışındaki herkes önemli kendisi önemsizdi. Üstelik bu kadar iyi gelirken kendine neden önemsemiyordu. Öyle bir boşluk ki asla dolmayacak, öyle bir hal ki asla geçmeyecek... Elinden tuttu kendisine götürmek istercesine, -tuttuğu soğuktu- elleri değil... Çekmemişti belki elini ama sıkıca kavramamıştı da. Ona dokunma cesareti gösterebilmişken bunun anlamsızlastırılması hiç iyi olmadı. Belki de yoktu anlamı tutulan el için belki de çoktu anlamı tutan el için Tutmayacaktı artık ellerini. Tutmamalıydı.

Gerçekleşmeyenler

Kapattı kendini. Karanlığa çaresizce bırakırken yok edilesi benliğini ellerine aldı çocukluğunu.  Çocuk olabilmiş miydi? Neydi ellerindeki?  Susmaya yeminli gibi hiçbir sey söylemiyordu. Halbuki ne çok anlatırdı. Tüketiyordu her gün ölürken yaşıyor gibi yapmak. Son günlerde nefes alamıyordu uzaktı yaşama belirtilerinden. Bıkmıştı belirsizliklerden.  Kadın hiçti, adam her şey. Yoktu saçları okşanacak yoktu kalbi sevilecek. Vardı elleri okşayacak vardı kalbi sevecek. Yok etti var olanları. Aynı gece farklı yatak, aynı ruh farklı beden... Aynı rüya farklı zamanlarda görülebilir miydi?  Görülmüştü. Adam geçmişte, kadın gelecekte... Neden şimdi de buluşamamışlardı?  Neydi onları başkalarına götürüp birbirine getirmeyen? Türlü senaryo yazılabilir fakat yok yazılacak bu kadar silinecek varken.

Kül

Sınırları yok ediyor gökyüzünün hudutsuzluğunu  bulunduğu küçük yere taşıyabiliyordu.  Ne kadar da benziyordu alaca gökyüzüne. Varlığı yokluğu belli olmayan, bir görünüp bir kaybolan, tam seçilemeyen... Varlığını içinde hissettiği anlarda başka bir varlıkta  olduğunu fark ediyor bu acımasız gerçek ruhunu kasıp kavuruyordu. Yokluğunu kabul ettiği anlarda varlığından farksız olmuyordu.  Ruhunun tanışık olduğuna bedeni ne kadar yabancı olabilirdi ki? Kavrulan ruhu gökyüzüne dağılıyordu. İnsanların akşam kızıllığı diye nitelendirip seyrine doyamadığı sınırlı zaman ruhunun en sınırsız haliydi. Çoğunun bakıp ne güzel görünüyor dediğine kim, bu yanan ruh kimin diyecekti?  Kim korkacaktı o yangının küllerinden? Ya da korkmadan var edecekti küllerinden...

Soluk Benizli

Yokluğundaki günahlardan beni sorumlu tutar mı Tanrı? Tutmamalı! Sen olsan bu kadar kötü olmazdım, sen yok ederdin kötülükleri. Ederdin değil mi? Ses vermiyorsun yok etmeyecek misin? Oysa ben... bilemedim ne söyleyeceğimi yokluğunda  nasıl tamamlanır ki cümleler?  Üstelik ben bu kadar eksikken... Nasıl tamamlanacağım bilmiyorum. Gökyüzünde  mavi aramak kadar anlamsız  bir tamamlayıcı. Hem hepsi hem hiçbiri. Gecenin gündüze kavuşamadığına tanıklık ederken ayrılıyorum senden. İleri gitmeyelim demişim geçen gece, hatırlıyorum. O gece seni istemedim çünkü ben ten istemiyorum. Ben ruh istiyorum! Aradığım ruhu bulduğum beden taşımıyor. Bulduğum bedeni aradığım ruh! Sen de söylenmeyenleri bana bırakıp gidiyorsun, ben küçük değil miyim? Taşıyamıyorum. Taşıyamadıklarım çığ gibi büyürken içimdeki yangına ne demeli? İçimin yangınını dindirecek su yok kainatta. Su bile söndürmüyorsa, damlalar besliyorsa kıvılcımları ben ne yapabilirim ki? Soluk benizli diyenler bilse içimdeki yangını öyle söylerler miydi?  Evet söylerlerdi! Onlar bilemez benzi solanın canlı tutmaya çalıştıklarını... Oysa ne güzel seviyordum seni kendimden bile sakınarak. Sevdiğini başkasından sakınmalıydı kendisinden değil. Hep beklemişti hiç gelmeyecek olanı. Ne zaman vazgeçecekti kendine bunu yapmaktan? Aranan ruhun bulunmayan bedenin savrukluğu ne kadar sarabilirdi ki? Hiç! Sarmak bir kenara dokunamazdı bile.  Tüm bunları düşünürken süzülüyordu o soluk benizden canlılık belirtisi yaşlar belki bu yaşlar söndürerekti o yangını.

18 Şubat 2017 Cumartesi

Kırlangıç

Tarihi geçmişti, yaşantısının.  Kimsesiz kaldığı bir anda konuşuyordu kelimeler. Hiç susmamışlardı ki. Kimse yokken yanında seyretti gökyüzünü dans ediyordu kırlangıçlar bir el uzandı pencereden. Küçük bir el. Görmezden geldi kırlangıçlar. Küçük ellerini dudağının kenarına koyarak  "buradayım" diye bağırdı.  Neredesin diye sormamışlardı. Yine de haykırıyordu aynı dili konuşmadığına yerini. Cevap bekledi. Ses yoktu. Fark etmemişlerdi. Kapattı usulca pencereyi. Pencere açmayı severdi oysa, kapatmamalıydı içeri almayacak olsa da. Sınır koydu araya, camın varlığı onlar için gerçek sebep olacaktı. Onlar gelecek olanlardı. Gelmedi bir süre kimse. Bu süre camın varlığını unutturmuştu ona. Çıkmak isterken çarptı cama. Şeffaftı görememişti. O da bu yüzden mi görünmüyordu. O kadar sert bir cisimden yapmıştı ki camı çarptığı halde kırılmamıştı. Bu yüzden gelemediler belki diye geçirdi içinden. Hafifçe dokundu küçük parmaklarıyla. Yok oldu cam. Kırmadan açabilen girecekti, gelenler vurmuştu.  Yok olunca cam belirdi kırlangıçlar. Hep oradaydılar.Onlarla dans etmeyen bir kırlangıç fark etmişti yok olan camın önündeki küçük bedeni. Tanıdık bir şeyler görmüştü gözlerinde. Kırlangıç yaklaşınca hiç itiraz etmeden onunla gitti. Bütün kırılmışlığını almıştı yanına en dokunulmazlarını atmalıydı içinden. Rüzgar yüzünü okşuyordu.
Ellerini dudağınının kenarına koymadan bağırdı bu kez. Daha gür çıkıyordu sesi. Üstelik bu kez aldırış etmiyordu verilmeyecek cevaplara.Yaşamın ardına gitmeliydi ancak o zaman atabilirdi onları içinden. Neredeydi yaşamın ardı? Bir kırlangıç gidebilir miydi o kadar? Sorular sorarken kendine durdu kırlangıç bir dağ yamacında. Bıraktı taşıdığı küçük bedeni.  O da kırlangıça yük olmuştu... Ne yapacağını bilemedi atmak için yanına aldıkları ağırlaştırıyordu adımlarını taşıyamıyordu.  Etrafına baktı nerede olduğunu bilmeli ona göre savunmalıydı kendini. İnsanlara karşı savunmasızdı. Yükünü taşımakta zorlananları gördü. Başkalarının da yükü vardı. Kötü bir durum olmasına karşın gülümsedi.  Hepsi aynı anda hareket ediyordu.  O da katıldı bu harekete ilerledikçe azalıyordu yükü ilerledikçe gülümsüyordu yüzler. Bir an durdular. Hepsi ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Neredeydiler? Neden buraya bırakıp  gitmişti kırlangıçlar? Sert bir rüzgar esti. Taşınamayanları aldı. Hayretle rüzgara baktılar  hükmediyordu kırlangıç. Sanıldığı kadar güçsüz bir kuş değildi. Rüzgar topladı, topladıkça parçaladı. Yok ediyorlardı birbirlerini.  Uzaklaştı rüzgar. Hepsi hafiflemişti artık yükseliyorlardı kırlangıcın yanına elleri ayakları yok oluyor parlak tüyler belirliyordu bedenlerinde.  Hepsi birer kırlangıç olmuştu. Hep bir ağızdan neredesin diye bağırıyorlardı. Bu kez buradayım diyen onlar değildi. Duyurmak isteyen değil duyacak olanlardı. O sese cevap olmak için dağıldılar gökyüzüne her kırlangıç  küçük bir bedeni kurtarmaya gitti. Yaşamın ardına götüreceklerdi. Çoğalacaklardı attıkça. Sana da uğrar belki bir kırlangıç...